21.05.2009

"A" sınıfı evler

Enerjinin etkin kullanılmasını hedefleyen enerji verimliliği kanunu kapsamında, binalara ''enerji kimlik kartı'' verilmesi uygulamasının, yeterli bilinç oluşturulduğu takdirde binaların değerini arttıracağı bildirildi. Bir binanın, yıl içinde, aydınlatma da dahil olmak üzere ne kadar enerji tüketeceğini gösteren ''enerji kimlik kartı'', uygulamanın hayata geçmesiyle binaların enerji tapusu olacak. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Macit Toksoy, konuya ilişkin yaptığı değerlendirmede, 5627 sayılı enerji verimliliği kanununun 2007 yılında yürürlüğe girdiğini hatırlattı.

Kanun kapsamında, her bina için ''enerji kimlik kartı'' hazırlanarak, binanın hangi şartlarda, ne kadar enerji harcayacağının belirtileceğini, aksi takdirde yetkili birimlerin, bu binalara yapı kullanma izni vermeyeceğini anlatan Prof. Dr. Toksoy, 2007'den bu yana, bu konuda yeterli ilerleme sağlanamadığını ifade etti. Prof. Dr. Toksoy, şu görüşleri dile getirdi: ''Bu anlamda iki senedir yeteri kadar yol almadığımız kanaatindeyim. Bu konuda geç kaldık. Eskiden enerji ucuzdu, 1973 öncesi parası olan dilediği kadar kullanırdı. 1973'ten sonra enerjinin tükenebileceği konusu gündeme geldi. 1990'ların ortalarına kadar geçen sürede enerji duyarlılığı başladı, 'daha az kullanalım, daha az ödeyelim' noktasına gelindi. 1990'lardan sonra ise artık enerjiye duyarlılık ölümcül oldu.''

Daha Hızlı Hareket Ememiz Gerek
Binalardaki enerji performansını belirleyecek ''enerji kimlik kartı'' sertifikasını verecek sistemin henüz oluşmadığını belirten Prof. Dr. Toksoy, kartı makine mühendislerinin vermesi gerektiğini, kanunda bu konunun tanımlanmadığını, ilgili yönetmeliklerle belirlemeye gidileceğini anlattı. Prof. Dr. Toksoy, Makine Mühendisleri Odası'nın öncelikle konutları hedef seçtiğini belirterek, şöyle devam etti: ''Türkiye'de şu anda 'konutları bırakalım da ticari binalar için yapalım' diye bir şey var, ya da 'hepsini yapalım' diye. Ama biz konutlardan başlanmasını istiyoruz. Çünkü en büyük yapı stokumuz konutlarda. Binaların yüzde 75-80'nini, belki de daha fazlasını konutlar oluşturuyor. Türkiye'de enerji tüketiminin yüzde 40'ının konutlarda olduğu söyleniyor. Dolayısıyla konutlar enerji kullanımı açısından önemli bir paya sahip. O yüzden bunu öncelikle konutlarda yapmak gerekiyor.'' Bu konuda daha hızlı hareket edilmesi gerektiğini vurgulayan Toksoy, yöntem belirlendiği takdirde, her evin tapu gibi bir de enerji kimlik belgesi olacağını söyledi.

Enerji Tapusu
Prof. Dr. Toksoy, ''enerji tapusu'' diye nitelediği belgenin, ''bu evde oturursanız senede aydınlatma da dahil olmak üzere şu kadar enerji tüketirsiniz'' diyen bir belge olacağını kaydederek, şu görüşleri dile getirdi: ''Tapuya gittiğinizde, kira sözleşmesi yaptığınızda onu da alacaksınız. Eğer siz ev sahibi olarak evinizi iyileştirir, duvarlarınızı izole eder, camları çift cam yaptırırsanız, ilgili yasal otoriteye gidip, 'ben şunları şunları yaptım, enerji kimliğimi yükselt' diyeceksiniz. Yetkili kişi de gelip inceleyecek ve diyecek ki 'Bu, (C) sınıfı idi ama artık (A) sınıfı'. Böylece siz daha iyi bir konut elde edeceksiniz. Şu an nasıl bir buzdolabını alırken (A) klas deniliyorsa, bu kimlik kartıyla evlerde de aynı şey söz konusu olacak. Bence sistem ne kadar kısa zamanda devreye girerse o kadar iyi olur.''

İlgili yönetmelikte, bu belgenin alınması konusunda binalara 10 yıllık süre verildiğini, yeni yapılan binaların ise mutlaka buna sahip olması gerektiğini ifade eden Toksoy, belgeyi eski binalar için ev sahibinin, yeniler için ise yapan firmanın alacağını söyledi. Prof. Dr. Toksoy, bu konuda bilinç yaratmanın önemine işaret ederek, ''Bu, toplumda, 'benimki A, seninki B sınıfı' diye bir şey yaratacak. Bunun katkısı bile çok önemli olacaktır. Hatta, birçok insan kendi binalarının daha korunaklı olduğunu göstermek adına, süre dolmadan kimlik belgesi isteyeceklerdir. Bu da pozitif bir katkı sağlayacaktır'' görüşünü ifade etti.

Yavaş hayatın hızlı yükselişi

Hayat hıza mahkûm bu zamanda. Adımlar hızlı, arabalar son sürat... Yemeğin fast'i makbul, kahvenin espressosu. Üretimin de tüketimin de hızlı olanı tercih sebebi. Değişim ve gelişim anbean... Teknolojiyi, küreselleşmeyi tutabilene aşk olsun. Hayat böylesi bir hızla akıp gidiyor. Fakat hızın ayarını tutturamadı insanoğlu.

Kültürler ve değerler de aynı hızla hırpalanıyor; hatta yok oluyor. Modern zaman hastalıkları insanoğlunun yakasını bırakmıyor. Dünya kirleniyor, canlılar zarar görüyor, yerküre ısınıyor. Bu hıza bir ayar gerekiyor galiba. Biraz yavaşlamak, hızı ihtiyaca göre normal seviyeye çekmek... İşte bu yavaşlık üzerine bir felsefe, bir hayat tarzı yayılıyor son zamanlarda. Adı 'Yavaş Hareketi' (Slow Movement) olsa da hızla etkisi altına alıyor dünyayı. Hayata dair her kavramın başına 'yavaş' ifadesi ekleniyor artık. Yavaş şehir, yavaş yemek, yavaş seyahat, yavaş para, yavaş okul, yavaş sanat ve dahası... Vurgulanmak istenen kısaca şu: Her şey doğasına uygun olmalı.

Yavaş hareketinin ilk adımı aslında ta 1980'lerde atılmış. Hem de üretimi de tüketimi de hıza boğan Batı kaynaklı hayat tarzına karşı yine Batı'dan başlayan bir hareket bu. İtalya'nın Roma şehrine 1986 yılında ünlü bir fast food mağazası açılacakmış. Fakat İtalyan Carlo Petrini önderliğinde fast food kültürüne karşı protestolar, örgütlenmeler başlamış aynı zamanda. Herkesin kendi mutfak kültürünü ve lezzetini koruma hakkının saklı olduğunu savunmuşlar. Böylece dünya yavaş yemek (slow food) hareketiyle tanışmış. Tabii 'insanî düzeyde yavaş' talebi yemekle sınırlı kalmamış. Hayatın diğer alanlarını da etkisi altına almış. Şehir planlamacılığından okullarda verilen eğitime kadar hem de. 1999 yılında bu talepler yine İtalya merkezli olarak 'Yavaş Hareketi (Slow Movement)' adıyla organize bir yapıya dönüşmüş. 1999 yılında Dünya Yavaşlık Enstitüsü kurulmuş. Hatta insanlar yavaş gezegen (slow planet) anlayışı etrafında toplanmaya başlamış. Yavaşlık felsefesini aktardıkları www.slowplanet.com adlı internet sitesinde dertlerini şöyle anlatıyorlar: "Yavaşlık, her şeyi salyangoz hızında yapmak ya da uyuşuk olmak değildir. Doğru hızda çalışmak, yaşamak, oynamak ve her şeyin en iyisini yapmakla ilgilidir." Hatta www.slowmovement.com adlı internet sitesinde hıza boğulmuş hayatın zararlarından bahsederken öyle bir söz kullanmışlar ki oldukça tanıdık. Gündelik koşuşturmanın en stresli anlarda dillere düşen şu arabesk cümlenin İngilizcesi yer alıyor: 'Durdurun dünyayı inecek var! (Stop the world, I want to get off!)' Aslında tüm bu yazılıp çizilenlerin, konuşulanların bizim açımızdan anlamı şu: Şehir hayatının karmaşasından bıkıp 'Köy hayatı gibisi yok!' ya da 'Şu beton apartmanların arasında bir bahçemiz olsaydı!' serzenişlerinin cevap bulmuş hali. İşte küresel dünyanın dayattığı üretim ve özellikle de tüketim hızına, kendi hızıyla karşı duran, gelişen Yavaş Hareketi'nin ayrıntıları:

Yavaş şehir (Slow city): Bu hareket sadece nüfusu 50 binden az olan şehirler için geçerli. Hareket, küçük şehirlerin geleneksel yapılarını korumaları gerektiğini savunuyor. Arabaların şehir merkezlerinden çıkarılması, insanların sadece yerel ürünleri tüketmesi ve sürdürülebilir enerji kullanması amaçlanıyor. Hatta bu küçük şehirlerde süpermarket ya da fast food mağazası bulunmuyor. İtalya'nın Toskana bölgesinde yer alan Chianti şehri, 1999 yılında dünyanın ilk yavaş şehri oldu.

Şimdilerde İtalya'nın yaklaşık 45 yerleşim birimi bu vasfı taşıyor. Tabii hareket İtalya sınırlarını aşmış. Henüz Türkiye'de örneği yok ama; İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya ve Polonya gibi ülkelerde birçok kent, bugün birer 'yavaş şehir'. Tabii 'yavaş şehir' olabilmenin şartları var. 1999 yılında İtalya'nın Orvieto şehrinde hazırlanan sözleşmedeki şartların sağlanması gerekiyor. Şartlardan bazıları şöyle: Şehri trafikten arındırmak, gürültü kirliliğini önlemek, yeşil alan ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçi ve bu ürünleri satan dükkanları, restoranları desteklemek, teknolojiyi şehir düzeninin kalitesini geliştirme amacıyla kullanmak, tarihi ve kültürel yapıları korumak...

Yavaş yemek (Slow food): Tüm dünyayı saran fast food çılgınlığına karşı geliştirilen hareketin amacı, geleneksel mutfağı desteklemek. Her kültürün kendine has damak tadı olduğuna dikkat çekerek yerel yemeklerin yerel ve genetiğiyle oynanmamış ürünlerle pişirilmesini amaçlıyor. Böylece sadece yemek alanında değil genel anlamda toplum kültürünün korunacağına inanılıyor. İşte bu açıdan fast food kültürüne göre büyük bir farklılığı barındırıyor. Yani salt mideyle ilgili değil bu hareket. Süpermarketlere, seri ve standart üretimlere karşı yerel ürün yetiştiren çiftçilerin desteklenmesini öngörüyor.

Yavaş okul (Slow school): Bu hareket, iki açıdan değerlendirilebilir. Öncelikle okullarda bulunan kafeterya ya da kantinlerde öğrencilere 'yavaş yemek', yani doğal ve geleneksel gıdaların sunulması gerekiyor. Önemli kısmı ise şu: Toplumsal ve ahlakî değerlerinin gelişmesi ve çevre bilinçlerinin artması için öğrencilerin desteklenmesi, eğitim yapısının buna göre ayarlanması. Okullarında gerçekten ihtiyaçları olan bilgiyi almaları ve yetenekleri doğrultusunda meslekî alanlara yönlendirilmeleri.

Yavaş seyahat (Slow travel): Yerel bir kültüre ait olma bilincinin geliştirilmesini amaçlıyor. Bunun için de insanların farklı kültürleri tanıması gerektiğini savunuyor. Popüler merkezlerde değil de yerel kültürünü yansıtan küçük şehirlerde en azından bir haftalığına tatil yapmayı öneriyor. Tatil sırasında 'evimden uzak evim' mantığıyla bir ev ya da apartman dairesi kiralayıp satın alınan yerel ürünlerle yemek yapmayı tavsiye ediyor.